11 Mayıs 2016 Çarşamba

Hüküm ve İddia Konusu

 Salat ve Selam, Hazreti Nebi'nin; ve onun yolundan giden tüm "mümin" dava kardeşlerimin üzerine olsun. Kelamdaki sebeb-i tercihimiz, mümin kimselerin yalnızca Allahın dilediği kimseler olmasındandır. Zira Allah'ın nuru kime ulaştı ise o felaha erdi ve sonsuz bir mutluluğa ulaştı; fakat kim de bu nurdan noksan kaldı ise, o zelil ve rüsvay oldu. Allah bizleri, onun nurundan kendisine ulaşmasını engelleyen kimselerden eylemesin: Amin.
Marifet, ilmi aktarırken özden taviz vermemek suretiyle nice konuyu basit kelimelere sığdırmak,  kısalıktan bir derya çıkartmak, ve hatta içinde daha pek çok açılım bulunduracak çekirdeklere haiz olan bir denklem sunabilmektir. Bilakis bizlerin sanrıları doğrultusundaki gibi üslup bakımından karmaşık safsataları tekrar etmek değil.

Evvela konuya girmeden bir kısa bir tez gerek ki isteğimiz anlaşılsın. Ortaya birtakım kimseler çıkıp kendi iddialarını sunduklarında yahut bilhassa din mevzularında kendi akıl terazilerinde tarttıkları hükümler koyduklarında, yine mutlaka başka kimseler ayağa kalkıyor ve itiraz ediyorlar. Dedikleri tüm şey ise yalnızca şundan ibaret: "Sizler hüküm koyuculardan olamazsınız" ya da bunu söyleyenlere çok daha yakışan bir tabir ile "sen alim misin ki" derler. Yalnızca bir sorum olacak, bu kişi acaba karşıdaki hakkında böyle bir yargıda bulunurken, yani onu hüküm verebilecek mertebede görmez iken, kendisini nasıl hüküm verebilecek birisi olarak görüyor? Zira bu durumda karşıdakinin hüküm veremeyeceği hakkında kendisi bir hüküm vermiş oluyor. İşte bu apaçık olarak, kendisiyle çelişmektir! Bununla birlikte birkaç hususiyet daha var. İtilafa düşülmüş bazı olay ve durumlarda hüküm söyleyecek kişi, kendi kararını kimseye bağlamamalı, böylelikle başkaları üzerinden bir şeyler üretmeye, insanları zorunlu kılmaya, onları şartlandırmaya, cezayla tehdit etme suretiyle mecbur etmeye çalışmamalı. Şayet aksi düşünülürse yaratıcının haklarını kendi üzerimizde görmek olur. Bu yalnızca kişi vicdanını bağlarken, diğer kimseler şayet uygun görürlerse uymaları zaten mümkün.
 Haram ve günahlarda somut delil aramayın diyenler birinci paragrafa baksınlar, ardından arkalarını dönüp gidebilirler. Çünkü biz bu görüşümüzden kimseyi yükümlü tutmuyor ve hatta farklı düşünülemez diye bir görüş de belirtmiyoruz.

 İslamda kumar yasaklanmıştır. Kumar, ortaya para konularak oynanan her türlü talih oyununa denir. Bunun için iki şart var: Birincisi ortada dönen bir para havuzunun olması ve ikincisi talih yani şansa bağlı olması. Bunun üzerine bir söz söylemeye pekala hakkımız yoktur. Fakat toplum iki kişinin karşılıklı iddialaşmasının da günah olduğunu, "iddia" etmektedirler. İddia: İleri sürülerek savunulan düşünce, sav'dır. Bu olayın sebebi karşılıklı tarafların savundukları görüşlerin farklı olması fakat aynı zamanda iki tarafında birbirlerine kendi düşüncelerinin doğruluğunu ispat etme olasılıklarının olması. Ama iki tarafın aynı anda fikirlerinin doğruluğunu kanıtlama ihtimalleri yok. Zaten böyle bir durum iddia nın varlığını ortadan kaldırırdı. Burada şartı sağlayan iki kaide vardı bildiğimiz gibi. Öncelikle bir iddianın haram olabilmesi için ortaya para konulması gerekir. Bu sebepledir ki, "öylesine" girilen iddialar haram değildir. İkinci şart ise, şansa bağlı olması. Bu bakımdan da bilgi üzerinden girilen iddialar, şans içermediğinden, kesinlik ifade ettiğinden dolayı haram değildir. Genel itibariyle bakılacak olursa tüm hayat olasılıklardan yani şanslardan oluşuyor. %100 ün bile aslında bir olasılık ifade ettiğini düşünürsek hemde. Öyleyse bunun için kasdedilen ayrı şartı daha bulmamız gerek.

Esasında iddianın haram olmasını gerektirecek ana madde, bir kişinin haksız yere diğer bir kişiden gelir eldesi. Gerek dengelerin bosulması hasebiyle gerekse emek harcamadan, çalışmadan kazanç sağlamak olduğundan dolayı haramdır. Öyleyse iddianın emek gerektirmediği kesin olan bir durum olması için iddia oynayan kişilerin çalışmaları üzerinden değil de, bir üçüncü şahıs üzerinden oynanılması gerekir. Farklı hallerde de tabi ki çalışmanın olmama ihtimali var fakat üçüncü şahıs girdiği zaman, iddia oynayan tekil yahut çoğul hiçbir tarafın iddiayı kendi çalışmaları, eserleri, işleri ve emekleriyle kazanma şansları mutlak olarak kalmamıştır. Bu taktirde üçüncü kişi üzerinden oynanılan tüm iddialar haramdır. Tüm hayat aslında şansların bileşim, kesişimlerinden ibaret olduğunu söylemek mümkün. Mamafih bu tüm yaşantımızdaki anlaşmazlıkların da haram olmasını gerektirecek bir durum. Zira, iddia ileri sürülerek savunulan düşünce, savdır dedik, ve tüm dünya ayrı bir sav savunması içerisinde. O vakit böyle bir tez bizi tekfir eder.

Bu yüzden iddia bu kişileri faaliyete, çalışmaya ve üretkenliğe teşvik ediyor ise veya tarafların birinin yeteneğini sınıyorsa, bir tarafın iddiası doğrulanmaya kanıtlanmaya çalışılırken tarafın bizzat kendisi bir emek harcıyorsa bu helaldir denilebilir. Çünkü onların bu çabaları kazanacakları paraların hakkını verir. Hak kazandıklarına delil olur. Yine kaybeden taraf için de düşünecek olursak, onların yeterince iyi çalışamamaları, çaba gösterememeleri kaybettikleri paranın hakkını verecektir diye düşünürüm.
Biz nihayet bir sistem inşaa ettik, bunun üzerine belli kesimler tekrar taassuplarından alacakları cesaretleriyle hiçbir ama hiçbir fikri ve nedeni olmadan saldıracaklar. Öfkeleri kibirlerindendir. Ben de bu yaptıklarından ötürü onlara soğukluk ve kimi zaman öfke duyarım şu an olduğu gibi.

Saygılarımla,
Esasolay.blogspot.com

12 Şubat 2016 Cuma

Tercih, İrade Ve Yokluğun Özgürleşmesi

Davranış ölçütleri, insan hal ve hareketlerinde fark oluşturacak yegane etmendir. İkincil bir kuvvet ise bu ölçütler içerisinde farklı olarak belirleyici, ayrıştırıcı görev de üstenir, isteği doğrultusunda "tercih" eder. Bahsedilen bu seçimlerin had ve sınırı ise birincil olçütün çerçevesi içindedir, onu aşamaz. Somut bir anlatım üzere dile getirecek olursak, birincil kuvvet tarafından filtre edilmiş maddenin kendi arasında özgülce belirlenmiş yasalara uygun biçimde ayrıştırma yapılmasını ikincil kuvvet yerine getirir. Ve bu farklılıklar yalnızca seçim yapılabilecek birden fazla yol olduğu durumlarda “tercih” edilebilir.

Hareketleri sınırlayan o zihinlerdeki süzgeçler ise, iç içe vaziyette konuşlandırılmış. Vazifesinde sapmalar meydana geleceği taktirde, bu bireyin dışavurumlarına direk olarak yansır. Eğer bu konuşlandırma açıları ve gözenekler arası moleküler uyum tam anlamıyla oluşamazsa, filtrelemede kaçaklar oluşmaya başlar; yahut tıkanıp alış verişi engellerse, bedensel ve kişilik sorunlarına yol açar. Burada temel kaide, filtre dokularının öz, yani fıtratla uyum içinde olmasıdır. Zira, değişmesi mümkün olmayan unsurdur fıtrat. Süzgeç dokularını "üretmek", insanlığın düştüğü; belki de en ıssız çukurdur. Belirsizlikle son bulan çabalar, büyük zaaf ve en çetin meyildir bizler için. Gözü kapalı koşan bu kimseler, neticenin önem taşımadığı; rastgele amaçladıkları hedeflerine koşmaktalar... Fakat gidişatları öyle ki; sadece herhangi bir yere varacaklardır. Bilen ve hüküm sahibi olan, bu kuralları koymuş olsa idi; riskleri, belirsizliği ve bundan doğacak anlamsızlığı yaşamamış olacaklardı. Bunun içindir ki, tarihten beri insanlar sürekli din çıkarma eğilimlerine sahip olmuşlar ya da uydurdukları kuralları hakim bir güce giydirerek bu sıkıntıdan kendilerini kurtarma arayışına girmişlerdir. İşte sahte dinler, insanların yalnızca kendilerini aldatma ve kandırma girişimleridir. Ve birincil kuvvetin yanlış olması durumunda, doğru kararların verilebilmesi, felaha ulaşmak da mümkün değildir.  


Tüm maddelerin, kendi yapılarına has olan; etki, işlem ve birtakım olaylara karşı tavırları, reaksiyon ve tepkileri vardır. Beşerî oluşumlardan fizîkî unsurlarda durum böyle iken metafizik boyutunda farklı olduğu söylenemez. İnsanın ruhi temayüllerinden misal verecek olursak, karar ve tepkileri, ya da kendi üretmiş olduğu fikir ve davranışları, onun imzasının adeta manevralarını, mürekkep vurgularını şekillendirir. Zaten bu, insanın ilmine haiz olduğu; Allah’ın oturtmuş olduğu çerçeve üzerinde olmak kaidesi ile birer seçim yapmaktır. Aklın bizzat kendisi bu vazifeyi üstlenmiştir. Şimdi sorulur, “aklınızı kullanmaz mısınız?” İkincil eleman vazifesini yüklenen akıl birincil din sınırları içerisinde serbest hareket kabiliyetine sahiptir.
 

Bunun dışında bizleri engelleyen ve yetkimiz haricinde ne gibi unsurlar vardır? Çevremizin bir atmosfer oluşturması bakımından; esasında büyük etkilerinden kurtulmak neredeyse kaçınılmaz. Toplum baskısı bunun büyük kısmını kapsar, bu da bir örnek. 

 İnsan varolma içgüdüsüne sahiptir. Ya değilse toplumda doğmuş olan her ferd zorlu ve çetrefilli hayata tutunmak için çabalamaz; yaşamak için çırpınmaz idi. Çektiği işkencelere boyun eğmesini engelleyecek bir şeyin varlığı muhakkak.. Öyleyse, onu hayata en çok bağlayacak olan bu etmen nedir? Tüm zevk ve hazlar bireylerin benliğinde toplanır. Beden, mıknatıs mahiyeti taşır, zira bu unsurların tek tatbikçileri ve varlık sebebidir. Demektir ki bahsedilen mefhumlar üzerinde her biri dağıtıcı ve toplayıcı vasfı olan benlik yapısı, aynı zamanda tüm beşeriyatın ve hayatın özetini kendi içinde muhafaza eder. Bu yüzdendir; bireyi yaşama çeken, zincirlerle bağlayandır benlik.

 Varolmak isteyen beşer; kendini yeryüzünde tutmak isteyecek tüm unsurları artırma ve engelleri yıkma amacı gütmez mi? Ayrıca bunları geri kaybetmek de istemeyecektir. Dolayısıyla, bir sahiplenme içine girecek; bunları kaybetmemek adına, kendisininmiş gibi onu koruma ve onun için varlıkları feda etme yolunu seçecektir. Bu çalışmalara benlik ve egoyu da dahil etmek gerekir öyle değil mi? O zaman hayatı boyunca bu “sahip çıkılan” bir takım şeyleri kaybetmemek için kendisine, ve hatta çevresindekilere dahi “kısıtlamalar” getirecektir. Hareket kabiliyetini yitirme, aynı zamanda özgürlüğünü kaybetme, kendi kendini diktelere maruz bırakma.. Ve esasında muayyen sebepler tarafınca bir takım seçeneklere mecbur edilme.. İşte özgürlüğün prangaları bizzat bunlardır. 

Sahipliklerimizin her biri bizim egemenliğimize darbe indirmekteyse eğer, özgürleşmenin tek yolu da benliğimizden sıyrılmadır. Her rekat secde ederken, sadece tüm dünyayı arkana almakla, bildiğin her şeyi bırakmakla kalmaz insan; aynı zamanda Allah karşısında benliğinin de olmadığı bilincine varır. Herhangi bir insanı yok sayması, kendisini de yok saymasını gerektirir. Çünkü yalnız O vardır.** Bu sahiplenmelerin aslında hiçbir yararı olmadığı farkındalığını kazanan bir kimse hiç böylesine davranışlara teşebbüs etmez. Nasıl toplum tarafından insanların dünyalık edinmelerinin fayda olmadığı anlaşıldıysa, benliğine dahi sahip olamayacağını anlayan ademoğlunun; gideceği yalnızca tek yolu kalmıştır, ancak ve ancak teslim olmak.. İşte budur farkındalığın en üst seviyesi. Benliğini dolayısıyla dünya bütünlüğünü terk etmek, sanki zaten kendine aitmiş gibi umursamamak.. Teslimiyet sahibi ferdler yani hiçbir şeyi sahiplenmeyenler; aslında her şeye sahip gibidirler.  Zira böyle bir davranışta bulunmak, ancak bütün bahsedilenlerin hepsine sahip olana mahsustur. Onlar bu şekilde; iradeleriyle, nefisleriyle, tüm varoluşlarıyla birlikte teslim olunmuşlardır. Dolayısıyla en özgürler de, işte o akıl sahipleridir; işte bize bırakılan tercihlerde aklı kullanmak buradadır. Bir iş yalnızca Allah için yapıldı ise kutsallık kazanır, ya değilse bunun haricindeki tüm oluşumlar sıradan ve geçicidir. Allah'a irademizi tam olarak teslim edip özgürleştiğimizde işte, o vakit her hareketimiz Allah için olur ve onun adınadır. Neden der ki Allah, kulumu sevdiğimde onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı olurum diye? Onu attığında sen atmadın ama Allah attı diye? Çünkü atılan her adım Allah içindir ve onun halifelik mührünü taşır. Mühür ise ancak sahibinin adına basılır.

Her şeyini kaybetmek, ve tam manasiyle her şeyden bağımsız olmuş gibi olmak.. Bilmeyenler göremedikleri parmaklıklara bir anlam yükleyemezken, kendilerine erişilebilir bir hedef seçmek durumundadırlar. Bizim hedefimiz, ne için?
 

**Buradaki cümlemiz tasavvuf felsefesindeki ağır şirk içeren panteizm ya da ilahiyatçı camianın savunduğu biçimde, vahdet-i vucud anlayışı ile karıştırılmamalıdır. Buradaki fark şudur, Allah ile özdeşleşme yoktur, bilakis keskin bir ayrım söz konusudur; zira verilen cümlelerde bir tarafta yoklukla birleşme hatta özdeşleşme var iken, aynı zamanda Allah'ın kesin olarak varlığı belirtilmiştir.

Saygılarımla,
Esasolay.blogspot.com

9 Şubat 2016 Salı

İnsanlar, Benlik; Ve İsyan (Bölüm 2)

Selamun Aleykum,
Diğer yazının devamı niteliğindedir*
Hayvanlar, maddi varlıkları bakımından insanlardan ayırt edilemeyecek mahiyettedir; zira her iki oluşum da biyolojik kanunlar üzere aynı olgu ve olaylardan zuhura gelmiştir. Öyleyse farklılık bu taraftan kaynaklanmış değildir. Hatta sınıflandırmadaki diğer alemleri de dahil etmek üzere, tüm canlıları ele alırsak, özleri itibariyle her biri ruhsal bedenlere de sahiptir. Şimdiye kadar duygu ve aşkın; insanî bazı kararların açıklaması biyolojik yahut matematiksel olarak açıklanabilmiş değildir. Bu demektir ki, bu unsurlar bulunduğumuzun haricinde bir yerlerden gelmekte. Bu yapıları bütünleştiren oluşum ruhtur. Kalıtsal yapısı ve ortam şartları aynı iki canlının farklı kararlarının kaynağı. Yalnızca bununla sınırlı değil; o insanî olarak bahsettiğimiz ve hayvanlarda da muhakkak göreceğimiz mantıkdışı kararların göndereni.. Eğer bir kedi canı pahasına yavrusunu koruyorsa, soyunun devamını sağlamak olarak açıklamak belki mümkün.. Ya da sahibi öldüğünde garip bir hal içinde üzüntüsünü sesine, davranışlarına işleyen bir köpeği, mevcut durumundaki belirsizliğin getirdiği, korunaksızlığın, yalnızlığın getireceği korku ile açıklamak? Arkadaşını kurtaran maymun, ne çıkarı olsa ki böylesine bir davranışta bulunsun? Onu kaybetmemek ve faydasını sürdürmek amacıyla yaptı idiyse? 
Nihayetinde gayemiz tüm canlıların ruha sahip olup, olmadığı değildir. Mamafih tüm bu işaretler bizlere göstermektedir ki, canlı demek; aynı zamanda duygu demektir...
Ama insan kendi sıfatını yaşatmak için yalnız duyguya değil, başka unsurlara da şüphesiz ihtiyacı var. Bu iradedir. Çünkü insan haricinde hiçbir canlı iradesini kendine emredilenden farklı yönde kullanamaz, isyan edemez, ve kendine verilmiş rolü reddedemez; bilakis bütün hepsine müthiş nizam içinde uyum sağlar. Sadece canlılık belirtisini gösterenler değil, bununla birlikte eşyaların da birebir aynı yolu izlediğini gözlemlemekteyiz. Lakin insan buna kadir'dir, başkaldırma yetisi vardır onun... Aşk da aynı şekilde, sırf bu sebeple insana mahsustur. Yazının birinci bölümü ile farklı sonuçlara ulaşmış olabilir, esasında tam manasiyle durum böyle değil; zira işin ilerletilmiş kısmı olarak baktığımızda daha doğru değerlendirme yapmış olacağımızı düşünüyorum.
Tözü itibariyle ehad olan; varlığı kendisinden olan o tek sebebe hamd olsun.

Saygılarımla,
 Esasolay.blogspot.com

7 Şubat 2016 Pazar

Abdulmüttalib'in Rüyası


http://www.nurnet.org/wp-content/uploads/2011/02/a%C4%9Fa%C3%A7.jpg

Abdulmuttalip vakıa görmesin beyan eder. Abdulmuttalip bir gün hacerde (1) otururken naka oyhanı* galebe eyledi. Bir acaib vakıa görüp havf (2) ile uyandı. Bir kahinin yanına vardı. Kahin dahi onda eser-i havf'ı görüp sebebin sual etti. Abdulmuttaip etti: Bir garip vakıa gördüm. Belimden bir beyaz zincir zahir oldu. Bir tarif-i maşrık'a (3) ve bir tarif-i mağrıb'e ve bir tarif-i süreyya'ya ve bir tarif-i tuhatteran'a* ulaşmış ben; bu ta'cibde iken, o zincir bir yeşil ağaç oldu. Dünyanın yemişleri o ağaçta mevcud oldu. Ve şöyle münevver idiyken, güneş nurundan nuru galip idi. Arap ve Acem ona secde ederlerdi. Saat besaat o dirahtın (4) nuru ziyada olurdu. O vakr'ıştan bir behamet* o ağacın budaklarına yapıştılar. Ve bir pulun* karış dahi o ağacı kesmek-i behami* oldular. Bir güzel yüzlü kimse ki, herkes ondan kökçek* kimse görmedim. Gelip onları mani etti, ve gözlerin çakardı. Elim uzattım ki o nurdan biraz alim (alayım) , o esnada o münevver kimseden sual ettim ki: Bu nur kime nasip olur? Etti: Her kim bu ağacın budaklarına yapışa... Ondan sonra iki pir gödüm. Heybetli kimseler, o ağacın dibinde. Siz kimlersiniz deyü sual ettim. Biri etti: Benim ismim Nuh'dur, ve biri etti: Benim ismim Halil İbrahim'dir. Ve bana ettiler: Ya Abdulmuttalip! Bu ağaç o asl-ı şerif'dir ki, aba ve ecdadından sana vasıl oldu. Salibeden salibesinin salibine düştü. Bu vakıayı takrir etti de, kahinin bekarı teğrir olup gayet müteessir oldu. Ve etti ki, eğer bu vakıa muhakkak olursa, senin neslinden bir şahıs peyda olur. Yer ve gök halkı ona iman götürürler. Ve ona tabi olup hakimiyyeti ve silsilesi kıyamete varınca sabit ve mahkum olur. Ve Nuh aleyhisselam görünmen ona delalet eder; ki ona muhalif olanlar kavm-i Nuh gibi bahir (5) belaya gark olurlar. Ve İbrahim aleyhisselam görünmen ona  işarettir ki, ona tabi olunur; millet-i Halil ile müşerref olup o bir (onbir) kat ile müridlerine vasıl olurlar. Ve şer-i tag-ı mütteden* müteğğir (6) ve mütebeddil (7) olmaz dedi.




http://www.duvargiydir.com/media/catalog/product/h/n/hnat0067-doga-manzarali-duvar-kagidi-ev-dekorasyon-dev-dalga_5.jpg

*(Yıldız Konulanlar), anlaşılamayan, çeviremediğim kısımlar.
** Noktalamalar orjinal eserde bulunmamaktadır, okuma kolaylığı sağlamak için sonradan eklenmiştir.
***Alıntı değildir.
1-Taş
2-Korku
3-Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti
4-Ağaç
5-Büyük göl veya nehir
6-mütegayyir: Değişen. Bir halden başka bir hale geçen.
7-(Bedel. den) Değişen, tebeddül eden, başka hâle giren. Bozulan. Kararsız.

Saygılarımla,
Esasolay.blogspot.com 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...