Davranış ölçütleri, insan hal ve hareketlerinde fark oluşturacak yegane etmendir. İkincil bir kuvvet ise bu ölçütler içerisinde farklı olarak belirleyici, ayrıştırıcı görev de üstenir, isteği doğrultusunda "tercih" eder. Bahsedilen bu seçimlerin had ve sınırı ise birincil olçütün çerçevesi içindedir, onu aşamaz. Somut bir anlatım üzere dile getirecek olursak, birincil kuvvet tarafından filtre edilmiş maddenin kendi arasında özgülce belirlenmiş yasalara uygun biçimde ayrıştırma yapılmasını ikincil kuvvet yerine getirir. Ve bu farklılıklar yalnızca seçim yapılabilecek birden fazla yol olduğu durumlarda “tercih” edilebilir.
Hareketleri sınırlayan o zihinlerdeki süzgeçler ise, iç içe vaziyette konuşlandırılmış. Vazifesinde sapmalar meydana geleceği taktirde, bu bireyin dışavurumlarına direk olarak yansır. Eğer bu konuşlandırma açıları ve gözenekler arası moleküler uyum tam anlamıyla oluşamazsa, filtrelemede kaçaklar oluşmaya başlar; yahut tıkanıp alış verişi engellerse, bedensel ve kişilik sorunlarına yol açar. Burada temel kaide, filtre dokularının öz, yani fıtratla uyum içinde olmasıdır. Zira, değişmesi mümkün olmayan unsurdur fıtrat. Süzgeç dokularını "üretmek", insanlığın düştüğü; belki de en ıssız çukurdur. Belirsizlikle son bulan çabalar, büyük zaaf ve en çetin meyildir bizler için. Gözü kapalı koşan bu kimseler, neticenin önem taşımadığı; rastgele amaçladıkları hedeflerine koşmaktalar... Fakat gidişatları öyle ki; sadece herhangi bir yere varacaklardır. Bilen ve hüküm sahibi olan, bu kuralları koymuş olsa idi; riskleri,
belirsizliği ve bundan doğacak anlamsızlığı yaşamamış olacaklardı. Bunun içindir ki, tarihten beri insanlar sürekli din çıkarma eğilimlerine sahip olmuşlar ya da uydurdukları kuralları hakim bir güce giydirerek bu sıkıntıdan kendilerini kurtarma arayışına girmişlerdir. İşte sahte dinler, insanların yalnızca kendilerini aldatma ve kandırma girişimleridir. Ve birincil kuvvetin yanlış olması durumunda, doğru kararların verilebilmesi, felaha ulaşmak da mümkün değildir.
Tüm maddelerin, kendi yapılarına has olan; etki, işlem ve birtakım olaylara karşı tavırları, reaksiyon ve tepkileri vardır. Beşerî oluşumlardan fizîkî unsurlarda durum böyle iken metafizik boyutunda farklı olduğu söylenemez. İnsanın ruhi temayüllerinden misal verecek olursak, karar ve tepkileri, ya da kendi üretmiş olduğu fikir ve davranışları, onun imzasının adeta manevralarını, mürekkep vurgularını şekillendirir. Zaten bu, insanın ilmine haiz olduğu; Allah’ın oturtmuş olduğu çerçeve üzerinde olmak kaidesi ile birer seçim yapmaktır. Aklın bizzat kendisi bu vazifeyi üstlenmiştir. Şimdi sorulur, “aklınızı kullanmaz mısınız?” İkincil eleman vazifesini yüklenen akıl birincil din sınırları içerisinde serbest hareket kabiliyetine sahiptir.
Bunun dışında bizleri engelleyen ve yetkimiz haricinde ne gibi unsurlar vardır? Çevremizin bir atmosfer oluşturması bakımından; esasında büyük etkilerinden kurtulmak neredeyse kaçınılmaz. Toplum baskısı bunun büyük kısmını kapsar, bu da bir örnek.
İnsan varolma içgüdüsüne sahiptir. Ya değilse toplumda doğmuş olan her ferd zorlu ve çetrefilli hayata tutunmak için çabalamaz; yaşamak için çırpınmaz idi. Çektiği işkencelere boyun eğmesini engelleyecek bir şeyin varlığı muhakkak.. Öyleyse, onu hayata en çok bağlayacak olan bu etmen nedir? Tüm zevk ve hazlar bireylerin benliğinde toplanır. Beden, mıknatıs mahiyeti taşır, zira bu unsurların tek tatbikçileri ve varlık sebebidir. Demektir ki bahsedilen mefhumlar üzerinde her biri dağıtıcı ve toplayıcı vasfı olan benlik yapısı, aynı zamanda tüm beşeriyatın ve hayatın özetini kendi içinde muhafaza eder. Bu yüzdendir; bireyi yaşama çeken, zincirlerle bağlayandır benlik.
Varolmak isteyen beşer; kendini yeryüzünde tutmak isteyecek tüm unsurları artırma ve engelleri yıkma amacı gütmez mi? Ayrıca bunları geri kaybetmek de istemeyecektir. Dolayısıyla, bir sahiplenme içine girecek; bunları kaybetmemek adına, kendisininmiş gibi onu koruma ve onun için varlıkları feda etme yolunu seçecektir. Bu çalışmalara benlik ve egoyu da dahil etmek gerekir öyle değil mi? O zaman hayatı boyunca bu “sahip çıkılan” bir takım şeyleri kaybetmemek için kendisine, ve hatta çevresindekilere dahi “kısıtlamalar” getirecektir. Hareket kabiliyetini yitirme, aynı zamanda özgürlüğünü kaybetme, kendi kendini diktelere maruz bırakma.. Ve esasında muayyen sebepler tarafınca bir takım seçeneklere mecbur edilme.. İşte özgürlüğün prangaları bizzat bunlardır.
Sahipliklerimizin her biri bizim egemenliğimize darbe indirmekteyse eğer, özgürleşmenin tek yolu da benliğimizden sıyrılmadır. Her rekat secde ederken, sadece tüm dünyayı arkana almakla, bildiğin her şeyi bırakmakla kalmaz insan; aynı zamanda Allah karşısında benliğinin de olmadığı bilincine varır. Herhangi bir insanı yok sayması, kendisini de yok saymasını gerektirir. Çünkü yalnız O vardır.** Bu sahiplenmelerin aslında hiçbir yararı olmadığı farkındalığını kazanan bir kimse hiç böylesine davranışlara teşebbüs etmez. Nasıl toplum tarafından insanların dünyalık edinmelerinin fayda olmadığı anlaşıldıysa, benliğine dahi sahip olamayacağını anlayan ademoğlunun; gideceği yalnızca tek yolu kalmıştır, ancak ve ancak teslim olmak.. İşte budur farkındalığın en üst seviyesi. Benliğini dolayısıyla dünya bütünlüğünü terk etmek, sanki zaten kendine aitmiş gibi umursamamak.. Teslimiyet sahibi ferdler yani hiçbir şeyi sahiplenmeyenler; aslında her şeye sahip gibidirler. Zira böyle bir davranışta bulunmak, ancak bütün bahsedilenlerin hepsine sahip olana mahsustur. Onlar bu şekilde; iradeleriyle, nefisleriyle, tüm varoluşlarıyla birlikte teslim olunmuşlardır. Dolayısıyla en özgürler de, işte o akıl sahipleridir; işte bize bırakılan tercihlerde aklı kullanmak buradadır. Bir iş yalnızca Allah için yapıldı ise kutsallık kazanır, ya değilse bunun haricindeki tüm oluşumlar sıradan ve geçicidir. Allah'a irademizi tam olarak teslim edip özgürleştiğimizde işte, o vakit her hareketimiz Allah için olur ve onun adınadır. Neden der ki Allah, kulumu sevdiğimde onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı olurum diye? Onu attığında sen atmadın ama Allah attı diye? Çünkü atılan her adım Allah içindir ve onun halifelik mührünü taşır. Mühür ise ancak sahibinin adına basılır.
Her şeyini kaybetmek, ve tam manasiyle her şeyden bağımsız olmuş gibi olmak.. Bilmeyenler göremedikleri parmaklıklara bir anlam yükleyemezken, kendilerine erişilebilir bir hedef seçmek durumundadırlar. Bizim hedefimiz, ne için?
**Buradaki cümlemiz tasavvuf felsefesindeki ağır şirk içeren panteizm ya da ilahiyatçı camianın savunduğu biçimde, vahdet-i vucud anlayışı ile karıştırılmamalıdır. Buradaki fark şudur, Allah ile özdeşleşme yoktur, bilakis keskin bir ayrım söz konusudur; zira verilen cümlelerde bir tarafta yoklukla birleşme hatta özdeşleşme var iken, aynı zamanda Allah'ın kesin olarak varlığı belirtilmiştir.
Saygılarımla,
Esasolay.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder